“Soğur mu yemek ? Keşke bir beze sarsaydım.”
“Isıtılır. Yol uzun değil ayrıca soğumaz merak etme.”öz
“Sıcakken yesin garipler. Öyle düşkünler ki görsen için
acır.”
Kendimi merhametsizin
önde gideni ilan edebilirdim o an. Bu kadar ince düşünemediğime hayıflanmıştım.
Gerçek hayattan izole edilmiş hayatlarımızın, asker dikilmiş kapısından çıktık.
Hemen dışarda fakirliğin, emeğin paralel sokaklarına daldık. Mobilya imalathanelerinden
gelen hızar sesleri eşliğinde, yaktıkları molozların dumanlarını soluyarak
yürümeye başladık Hülya ile. Talaş kostümlü adamların yanından geçtik. Evlerin olduğu
hayatların yaşandığı sokak, bizi kollarını göğsünde kavuşturmuş sohbet eden
kadınların sohbetlerine konu etti. Çenelerle
işaretlendik.
Çatlak camların koli
bandıyla tedavi edildiği hastalıklı evler yan yana uzanmıştı sokak boyu. Balkonlarda
kapı önlerinde asılı çamaşırlar sahip ve sahibelerinin hayatta savruluşlarının
temsilini oynuyorlardı bize. Çocuklar hijyen canavarı ile oyuna dalmışlar. Hepsini
toplayıp el yıkamaya götürmek istedim içimden.
Ah yokuşlu Ankara.
Her yokuşunda başka hikâyeler serili şehir. Çık çık bitmez, üzül, gül , dinle
dinleyebildiğin kadar. Sonunda yokuş bitmişti. Ana cadde diye tabir yetimle göz
göze geldik. Yol boyu küçük esnafın büyük dertleri taşmış sanki caddeye. Her biri
içerde ne satıyorsa kaldırımlara kusmuşlar. Bakmadan olmazdı. Hülya yanımdaydı.
Bir malın daha ucuz olabilme ihtimallerinin permutasyonundan motasyonlar yaratabilirdi. Bitmek bilmez piyasa
araştırması başladı böylece. Amacımız yemek götürmek değil miydi? Yemek soğumasın
mıydı? O esnafı bezdirdikçe ben neden
yerkabuğuna çekiliyordum ki? Bu kadınla ilk yola düşüşüm değildi. Anlattığı yaşlı
çifti ziyaret etmek, kalbime merhameti, kendime insanlığı hatırlatmaktı amacım.
Olsundu buna da katlanılırdı.
“işte şu soldaki ev.”
“bende bir şeyler alsaydım. Nasıl karşılarlar, utanırlar mı?
Ne yapacağımı kestiremiyorum.”
“niye utanacaklar canım. Muhtaç muhtaçtır.” Aklımdan geçenleri
hiç anlatmayayım. yan bir bakışım mağrur gururlu kadının yanından seyirtip geçti.
İyi ki sonbahardı. Kış olsaydı bu ev soğuktan titriyor,
Kalan sıvalarını da döküyor olurdu. Yan yana
bahçelerin içinde, kimi tek kimi iki katlı evler evin üç tarafını çevirmişti. Kalan
bir cephesi yetim caddeye bakıyordu. Ev ortada yaşlı sahipleri kadar kimsesiz
göründü bana. Evin hemen önünde dışarı taşırılıp sonradan kapatılmış sekisi,
yukardaki antenle el ele vermiş nanik yapıyordu gelip geçenlere. bakımsızlığına
diyecek yoktu ya yine de mağrurdu yıllanmış hane.
Eski insanların
doğayla kopmaz bir bağı vardır. Belki bu sebeple evin önüne masa sandalye gibi
eşyalar yerine iki kaya konur, karşılıklı muhabbet alanı yaratılırdı. Mahallenin
kızları üzerinde evcilik oynar, oğlanlar çatapat patlatırdı. Odun kırılır,
siyasi olaylar çözüme kavuşur, ekonomik problemlerin kulakları çınlatılırdı
üstünde. İşte ordaydı. Bembeyaz sakalları göğüs hizasına kadar uzamış, kat kat
giyinmiş yaşlı bir adam. Gri gömleğinin içinde çözümleyemediğim bir dolu kıyafet,
üzerinde süveter, onun üzerinde yün hırka, onunda üzerinde, yırtık yerleri elle
dikilmiş bir ceket. Altında siyah bir pantolon ve yılların yorgun ayaklarında,
içinde mukaddes duruşlu meshleri ve lastik ayakkabılar. Elinde hızlı hızlı
çektiği teşbihi ve sakallarına dans ettiren sıralı dualarıyla düşüncelere
dalmıştı. Yüzünde unutulmuş bir insanın hüznü, sırtında yorgun bir babanın
kamburu vardı.
“nasılsın amca? Deyince Hülya gözlerini kaldırdı adam. Ömrümde
gördüğüm en derin okyanusa daldım. Maviliğinde, enginliğinde, huzura boğuldum.
“oooo… hoş geldiniz kızım.” Samimiyetiyle karşıladı bizi.
”hoş bulduk”. “içeri gelin içeri, soğuk
üşümeyin.” Kapıyı itti. Manzara aynen:
Sekide yere atılmış yılardır yıkanmamış, yer yer
yırtıklarından pamuklar fışkırmış bir döşek. Üzerinde yazması çenesinin altında
tutturulmuş, kıvrılmış, küçülmüş, buruşmuş bir kadın. Her yer pisli içinde, içerden
kesif bir idrar kokusu yırtıyor bildiğim her şeyi. Koridora açılan kapının sağı
solu odalar. Yatak odası, oturma odası, mutfak, boş bir oda daha, tam karşıda
tuvalet banyo bir arada bir bölüm. Koridora serilen muşamba mutfağa ulaşamadan bitmiş,
halı yok. Buz gibi bir ev. Ağlamaklı duvarlar, küf ve yokluk kokulu.
Kadın bizi görünce dikildi.
Sanki içindeki ev hanımı “kalk misafir geldi” diye çimdikledi zannettim.
Kadının belden aşağısı hastalıktan
dolayı kilitlenmiş, kendini kollarıyla taşıyordu.” Buyurun buyurun…” ayakkabılarıma yeltendim. “ çıkarma “dedi Hülya.
“İçeri dışardan beter.” Oturma odasında iki kanepe ,bir sandık, üzerine yığılmış
yatak yorgan, yerde küçük bir halı, pencerede tüm bu hayatla dalga geçen
çiçekli kumaştan uydurma perde vardı.” Oturun kızım ayakta kalmayın”. Dedi
adam.
Bir hikâyenin ilk sayfasını okumuyorum. Yaşlılık, yoksulluk
konulu. Kahramanları ile tanıştım. Süleyman
amca ile Ayşe teyze. Süleyman amca yaralandığımı anlamış gibi “hep böyle
değildik kızım “ diyor. Kalbimde açılmış çukura toprak atıyor kendince. Ne kadar
belli etmemeye çalışıp ha hatır sorma ritüellerini yapsam da, görüyor tecrübe
içimde ağlayan kadını. Hülya tanıdıklıklarını burnuma sokuyor bu sefer. “amcayı
yine böyle dışarda otururken gördüm. Yardıma ihtiyaçları varmış . bir şeyler
getiriyorum “ diyor. Sormuş muyduk? Bu kadının gafları beni öldürebilir. Yine de
minnet duyuyorum ona. Süleyman amca lafı alıyor.
“çocuk var mı kızım senin”
“iki kızım var. Ellerinizden öper.”
“Allah sana bağışlasın. Günlerini gör yavrum”
“Amin”
“hep böyle değildik biz. Değildik. Dört çocuk verdi bu kadın
bana. Bakma böyle düştüğüne . bakma. Çeker çevirir, ne getirsem gık demez evimi
ev ederdi, kulağı az işitir. Ben erkek başıma anca bu kadar kızım . Allah
kimseyi muhtaç etmesin. Etmesin. Elinin tersiyle gözünün yaşını sildi.
“nerelisin amca ?” dedim havayı dağıtmak için.
“Çorumluyuz biz kızım. Duvar ustasıydım ben. Bilemedik cahillik
emeklilik düşünemedik. Hep genç kalırım sanıyor insan. Hep genç."
Söylediği şeyleri
ikiliyordu sık sık. Biri bana biri kendine sanki.
“senin kocanda asker mi?”
“evet amca”
“Allah dirliğinizi bozmasın yavrum. İyi iyi maşallah. Allah askere
zeval vermesin. Terörüslerde muhafaza etsin. İyi yavrum iyi.”
Teyzem ne desem duymuyor. Yerine amca cevap veriyor. O da
kendince anlatıyor yediği darbeleri.
“ dört çocuğum var. Komiser büyüğü. gelmez gelemez karısı yollamaz.
Küçüğü kaymakam çıktı. Okuttuk adam ettik .sanmışız yavrum Allah sizin yavrularınızı
böyle etmesin. Siz bizi yokladınız ya onlarda sizi yoklasın büyüyünce. İkide
kız biri Almanya’da. arar arada. El kapısı . biri burada . kocası çalışmaz .
temizliğe gider üç beş kuruş için. Büyük oğlu sitelerde çalışıyo. Onda yok ki
yardım ede. Gelir Sağ olsun yemek vurur ocağa. Bakar bize. O da olmasa…”
Evimde oturup düşüncesizce yaşamaktan utanıyorum. Sanki
gelmeyen evlat benmişim gibi ,nası huzur bulabildiğime şaşıyorum.
“yemeği mutfağa koyuyorum, ısıtır yersiniz. “Diyor Hülya ayaklanırken.
“kızım bize yemek getirme artık “diyor Süleyman amca.
“ne getirelim. Para mı? “ diye çıkışıyor Hülya. Buz tuttum.
“yok. Yiyemiyoruz israf oluyor. Ondan dedim.” Diyor Süleyman
amca. Ev titredi ,tüm duvarlar çöktü, kadın ezildi.
İnsanlık saklandığı yerden çıktı, kendine geldi. Yüreğim
saygıyla Süleyman amcanın elini öptü. Gözünden süzülen yaşları yere damladı.
Tüm evren çınladı…
nerelerdesin :\
YanıtlaSil?
Sil