18 Ocak 2014 Cumartesi

GÖZÜNÜ TOPRAK DOYURSUN İNSAN!



“Soğur mu yemek ? Keşke bir beze sarsaydım.”

“Isıtılır. Yol uzun değil ayrıca soğumaz merak etme.”öz

“Sıcakken yesin garipler. Öyle düşkünler ki görsen için acır.”

    Kendimi merhametsizin önde gideni ilan edebilirdim o an. Bu kadar ince düşünemediğime hayıflanmıştım. Gerçek hayattan izole edilmiş hayatlarımızın, asker dikilmiş kapısından çıktık. Hemen dışarda fakirliğin, emeğin paralel sokaklarına daldık. Mobilya imalathanelerinden gelen hızar sesleri eşliğinde, yaktıkları molozların dumanlarını soluyarak yürümeye başladık Hülya ile. Talaş kostümlü adamların yanından geçtik. Evlerin olduğu hayatların yaşandığı sokak, bizi kollarını göğsünde kavuşturmuş sohbet eden kadınların sohbetlerine konu etti.  Çenelerle işaretlendik.

  Çatlak camların koli bandıyla tedavi edildiği hastalıklı evler yan yana uzanmıştı sokak boyu. Balkonlarda kapı önlerinde asılı çamaşırlar sahip ve sahibelerinin hayatta savruluşlarının temsilini oynuyorlardı bize. Çocuklar hijyen canavarı ile oyuna dalmışlar. Hepsini toplayıp el yıkamaya götürmek istedim içimden. 

   Ah yokuşlu Ankara. Her yokuşunda başka hikâyeler serili şehir. Çık çık bitmez, üzül, gül , dinle dinleyebildiğin kadar. Sonunda yokuş bitmişti. Ana cadde diye tabir yetimle göz göze geldik. Yol boyu küçük esnafın büyük dertleri taşmış sanki caddeye. Her biri içerde ne satıyorsa kaldırımlara kusmuşlar. Bakmadan olmazdı. Hülya yanımdaydı. Bir malın daha ucuz olabilme ihtimallerinin permutasyonundan motasyonlar  yaratabilirdi. Bitmek bilmez piyasa araştırması başladı böylece. Amacımız yemek götürmek değil miydi? Yemek soğumasın mıydı?  O esnafı bezdirdikçe ben neden yerkabuğuna çekiliyordum ki? Bu kadınla ilk yola düşüşüm değildi. Anlattığı yaşlı çifti ziyaret etmek, kalbime merhameti, kendime insanlığı hatırlatmaktı amacım. Olsundu buna da katlanılırdı.

“işte şu soldaki ev.”

“bende bir şeyler alsaydım. Nasıl karşılarlar, utanırlar mı? Ne yapacağımı kestiremiyorum.”

“niye utanacaklar canım. Muhtaç muhtaçtır.” Aklımdan geçenleri hiç anlatmayayım. yan bir bakışım mağrur gururlu kadının yanından seyirtip geçti.

İyi ki sonbahardı. Kış olsaydı bu ev soğuktan titriyor, Kalan sıvalarını da döküyor olurdu.  Yan yana bahçelerin içinde, kimi tek kimi iki katlı evler evin üç tarafını çevirmişti. Kalan bir cephesi yetim caddeye bakıyordu. Ev ortada yaşlı sahipleri kadar kimsesiz göründü bana. Evin hemen önünde dışarı taşırılıp sonradan kapatılmış sekisi, yukardaki antenle el ele vermiş nanik yapıyordu gelip geçenlere. bakımsızlığına diyecek yoktu ya yine de mağrurdu yıllanmış hane.

  Eski insanların doğayla kopmaz bir bağı vardır. Belki bu sebeple evin önüne masa sandalye gibi eşyalar yerine iki kaya konur, karşılıklı muhabbet alanı yaratılırdı. Mahallenin kızları üzerinde evcilik oynar, oğlanlar çatapat patlatırdı. Odun kırılır, siyasi olaylar çözüme kavuşur, ekonomik problemlerin kulakları çınlatılırdı üstünde. İşte ordaydı. Bembeyaz sakalları göğüs hizasına kadar uzamış, kat kat giyinmiş yaşlı bir adam. Gri gömleğinin içinde çözümleyemediğim bir dolu kıyafet, üzerinde süveter, onun üzerinde yün hırka, onunda üzerinde, yırtık yerleri elle dikilmiş bir ceket. Altında siyah bir pantolon ve yılların yorgun ayaklarında, içinde mukaddes duruşlu meshleri ve lastik ayakkabılar. Elinde hızlı hızlı çektiği teşbihi ve sakallarına dans ettiren sıralı dualarıyla düşüncelere dalmıştı. Yüzünde unutulmuş bir insanın hüznü, sırtında yorgun bir babanın kamburu vardı.

“nasılsın amca? Deyince Hülya gözlerini kaldırdı adam. Ömrümde gördüğüm en derin okyanusa daldım. Maviliğinde, enginliğinde, huzura boğuldum.

“oooo… hoş geldiniz kızım.” Samimiyetiyle karşıladı bizi. ”hoş bulduk”.  “içeri gelin içeri, soğuk üşümeyin.” Kapıyı itti. Manzara aynen:

Sekide yere atılmış yılardır yıkanmamış, yer yer yırtıklarından pamuklar fışkırmış bir döşek. Üzerinde yazması çenesinin altında tutturulmuş, kıvrılmış, küçülmüş, buruşmuş bir kadın. Her yer pisli içinde, içerden kesif bir idrar kokusu yırtıyor bildiğim her şeyi. Koridora açılan kapının sağı solu odalar. Yatak odası, oturma odası, mutfak, boş bir oda daha, tam karşıda tuvalet banyo bir arada bir bölüm. Koridora serilen muşamba mutfağa ulaşamadan bitmiş, halı yok. Buz gibi bir ev. Ağlamaklı duvarlar, küf ve yokluk kokulu.

 Kadın bizi görünce dikildi. Sanki içindeki ev hanımı “kalk misafir geldi” diye çimdikledi zannettim. Kadının belden aşağısı  hastalıktan dolayı kilitlenmiş, kendini kollarıyla taşıyordu.” Buyurun buyurun…”  ayakkabılarıma yeltendim. “ çıkarma “dedi Hülya. “İçeri dışardan beter.” Oturma odasında iki kanepe ,bir sandık, üzerine yığılmış yatak yorgan, yerde küçük bir halı, pencerede tüm bu hayatla dalga geçen çiçekli kumaştan uydurma perde vardı.” Oturun kızım ayakta kalmayın”. Dedi adam.

Bir hikâyenin ilk sayfasını okumuyorum. Yaşlılık, yoksulluk konulu. Kahramanları  ile tanıştım. Süleyman amca ile Ayşe teyze. Süleyman amca yaralandığımı anlamış gibi “hep böyle değildik kızım “ diyor. Kalbimde açılmış çukura toprak atıyor kendince. Ne kadar belli etmemeye çalışıp ha hatır sorma ritüellerini yapsam da, görüyor tecrübe içimde ağlayan kadını. Hülya tanıdıklıklarını burnuma sokuyor bu sefer. “amcayı yine böyle dışarda otururken gördüm. Yardıma ihtiyaçları varmış . bir şeyler getiriyorum “ diyor. Sormuş muyduk? Bu kadının gafları beni öldürebilir. Yine de minnet duyuyorum ona. Süleyman amca lafı alıyor.

“çocuk var mı kızım senin”

“iki kızım var. Ellerinizden öper.”

“Allah sana bağışlasın. Günlerini gör yavrum”

“Amin”

“hep böyle değildik biz. Değildik. Dört çocuk verdi bu kadın bana. Bakma böyle düştüğüne . bakma. Çeker çevirir, ne getirsem gık demez evimi ev ederdi, kulağı az işitir. Ben erkek başıma anca bu kadar kızım . Allah kimseyi muhtaç etmesin. Etmesin. Elinin tersiyle gözünün yaşını sildi.

“nerelisin amca ?” dedim havayı dağıtmak için.

“Çorumluyuz biz kızım. Duvar ustasıydım ben. Bilemedik cahillik emeklilik düşünemedik. Hep genç kalırım sanıyor insan. Hep genç."

Söylediği  şeyleri ikiliyordu sık sık. Biri bana biri kendine sanki.
“senin kocanda asker mi?”

“evet amca”

“Allah dirliğinizi bozmasın yavrum. İyi iyi maşallah. Allah askere zeval vermesin. Terörüslerde muhafaza etsin. İyi yavrum iyi.”

Teyzem ne desem duymuyor. Yerine amca cevap veriyor. O da kendince anlatıyor yediği darbeleri.

“ dört çocuğum var. Komiser büyüğü. gelmez gelemez karısı yollamaz. Küçüğü kaymakam çıktı. Okuttuk adam ettik .sanmışız yavrum Allah sizin yavrularınızı böyle etmesin. Siz bizi yokladınız ya onlarda sizi yoklasın büyüyünce. İkide kız biri Almanya’da. arar arada. El kapısı . biri burada . kocası çalışmaz . temizliğe gider üç beş kuruş için. Büyük oğlu sitelerde çalışıyo. Onda yok ki yardım ede. Gelir Sağ olsun yemek vurur ocağa. Bakar bize. O da olmasa…”

Evimde oturup düşüncesizce yaşamaktan utanıyorum. Sanki gelmeyen evlat benmişim gibi ,nası huzur bulabildiğime şaşıyorum.

“yemeği mutfağa koyuyorum, ısıtır yersiniz. “Diyor  Hülya ayaklanırken.

“kızım bize yemek getirme artık “diyor Süleyman amca.

“ne getirelim. Para mı? “ diye çıkışıyor Hülya. Buz tuttum.

“yok. Yiyemiyoruz israf oluyor. Ondan dedim.” Diyor Süleyman amca. Ev titredi ,tüm duvarlar çöktü, kadın ezildi.

İnsanlık saklandığı yerden çıktı, kendine geldi. Yüreğim saygıyla Süleyman amcanın elini öptü. Gözünden süzülen yaşları yere damladı. Tüm evren çınladı…





2 yorum: